Günlükler



Eda'dan; 

Yine Nereye?

"Eda nereye gidiyorsun?” 
"İsviçre’ye, hikâye anlatıcılığı projesine."
"Ne yapacaksınız projede?"
"Bern, Potsdam, Berlin ve Istanbul'dan gelen gençlerle bir arada çalışıp hikayelerimizi sahneleyeceğiz." 
"İngilizce mi anlatacaksınız?" 
"Yok, herkes kendi dilinde."
"E nasıl anlayacaksınız birbirinizi?"
"Bilmiyorum ki." 

Gerçekten bilmiyordum. 
Merak ediyordum.
Bilmediğin bir dilde sinema izlemek gibi bir şey miydi bu? 




İşte bu heyecan ve merakla başladı 10 günlük Bern yolculuğu.

3 farklı ülke (İsviçre, Almanya, Türkiye)
4 farklı şehir (Bern, Potsdam, Berlin, İstanbul) 
8 farklı dil (Almanca, İsviçre Almancası, Türkçe, İngilizce, Fransızca, Arapça, Boşnakça, İspanyolca)
25 genç
1 projede birleştik: 
Kulak Ver Bana 



Havuçlu Tarçınlı Kek




Zürich'e indiğimizde bizi karşılayan güneşten anlamalıydık bu yolculuğun fırından yeni çıkmış mis gibi kabarık kek etkisi yaratacağını. 

Bizi Zürich'ten alıp Bern'e götüren Cazıım, 
İçi İsviçre çikolatalarıyla dolu Hoşgeldiniz yazılı notlarla karşılayan Natascha, 
Bizi mutlu etmek için çırpınan Bern koordinatörü Azad,
Lezzetli yemekleriyle damaklarımızı şenlendiren Ermeni Lokantası sahibi Mizirabi. 

Öyle güzel karşılandık ki burada mahallede çok sevdiğimiz bir teyzenin evine buyur edişi gibiydi bizi ağırlayışları. 



Sadece insanları mı?
Bern'in kendisi de öyle bir buyur etti ki bizi içine, soğuk bir hava beklerken güneşle ısıttı içimizi. 
Yemyeşil bir doğa, elini uzatsan yakalayacakmışsın efekti yaratan pofuduk bulutlar, nehir kıyısına yakın bir hostel, şehrin etrafını bir kale gibi saran muhteşem Alpler, cıvıl cıvıl şehir meydanı, mis gibi temiz bir hava, yazdan kalma bir gün. Bern'in masalsı güzelliğini ilk gün içimize işte böyle çektik. 


Ertesi gün diğer ekiplerle tanışıp kaynaşmalar, güven ve bağ oyunlarıyla başladı. Eğitmenimiz ve kolaylaştırıcımız Suse Weisse bizi türlü egzersizlerle birbirimize bağladı. Suse, öğretim görevlisi ve profesyonel hikâye anlatıcısı müthiş bir kadın. Bu proje boyunca bizi 5 farklı hoca çalıştırıyor olacak. Potsdam'dan Suse, Berlin'den İlhan Emirli, Bern'den Azad ve bizim ekibin başında da Nazlı ve Senem.

Hikayelesek de mi Doğaçlasak? Doğaçlasak da mı Hikayelesek?

Bern, Potsdam, Berlin ve Istanbul. Herkesin ülkesinden getirdiği, üzerine çalıştığı hikaye ve masallar vardı ve bunları Bern'de çalışıp birlikte sergileyecektik. 
Bunların yanında özel soslu hikâyeler de olmasın mıydı? 
Bu kadar farklı geçmişlerden bir araya gelen insanla sınırlar ötesi doğaçlama hikâyeler yarattık biz burada.  Hem de bilmem kaç farklı dilde. 

Söz gelimi şöyle bir şey oluyordu:

Kartlardan ilham alarak, origami şekilleri üzerinden 3-4 kişi birlikte hikâye kurgulayıp bunu anlatıyorduk. Partnerim hikâyeye Almanca başlıyor, ardından ben Türkçe devam ediyordum, diğer partnerim İsviçre Almancasıyla hikâyeyi benden devralırken, bir diğeri de hikâyeyi İngilizce sonlandırıyordu.  




Tam bir çeşitlilik! Farklı baharatları katarak birlikte bir yemek yapmış ve servis etmiş gibi bir his. Tadına baktık, enfesti! 

Biyografik Çemberler

Bunca yaratılan ve çalışılan hikâyeler içinde kendimizi de unutamazdık elbette. Her birimiz başlı başına bir hikâyeydik ve hayatımızda bir sürü anı biriktirmiştik. İşte bunları da paylaşmanın zamanı gelmişti. Farklı geçmişlerden gelen onlarca insan bir çemberde birleşti ve iç dünyalarını açtı birbirlerine. 

Dil mi? Duygu mu? 



Bern, Potsdam ve Berlin grubu gösteri ve hikâyelerini kendi dillerinde bize sunarken, beynim o güne kadar bilmediği anlamsız bir sürü sesi anlamlandırmaya çalışarak ısınmaya başlamıştı. Sağlı sollu zonklamalar, yer yer kaşınmalar baş göstermişti. Bakıyor, duyuyor, görüyor ama anlamıyordum. Ama ben anlamak istiyordum yahu. Kahretsin, dil bu kadar büyük bir bariyer miydi? 

Sonra farkettim ki, daha çok duyduklarıma odaklanıyordum. Çinliler dinlemeyi 4 sembolle ifade eder: Göz, Kulak, Kalp, Dikkat. “Sadece duyma, dinle ama kulağınla değil kalbinle, gözünle tüm dikkatinle dinle” demektir bu. 

Ben de bu sefer anlıyormuş gibi dinlemeye başladım. Dili değil, duyguları takip etmeye başladıkça sihir gibi bir şey oldu. Bilmediğim bir dilde bir masal anlatılıyordu ve ben her nasılsa anlıyordum. İşte o sırada hikâye anlatıcılığının gücü bana kocaman bir gülücük atarak göz kırptı.

Park Prova

Sıra bize gelmişti. Biz de diğer ekibe hikâyelerimizi sergilemek için provalara başladık. Prova yapmak için ille bir atölye ya da bir salon mu lazım her zaman? Güneşli bir haftasonu kendimizi Bern parklarından birinde bulduk. Ben bir köşede masalımın kahramanı Hilal ayısını ininden çıkarırken, Uğur, koyunlara Leyla ve Mecnun'un hikâyesini anlatıyordu. Bir tarafta Gamze, Pıspıslı Hanım'ın göbek atışını gösterirken; Cansu Şahmeran'ı kuyulardan çıkartıyordu. Ferhat horozunu üüü rüü diye öttürürken; Berfin, Kurt Kadının dansıyla ritm tutuyordu. Bir de bu sırada parktan geçen Bern halkı vardı ki, onlar da şaşkın şaşkın bizi izliyordu.

İngilizce ve Almanca parçacıklı Türkçe


Eğitmenimiz Nazlı'nın da tavsiyesiyle masalımı İngilizce ve Almanca kelime serpiştirilmiş Türkçe anlatmaya karar verdim. Bu benim için bir ilkti. Dile adapte etmesi ve anlatması biraz sancılı oldu ama sınırlarımı zorlamam açısından da çok keyifliydi. 

İstanbul grubu olarak hikâyelerimizi sunduktan sonra inanılmaz takdirlerle karşılandık. İzlediğimiz her grubun anlatıcılık tekniği ve sahnesi çok farklıydı. Bizim ki de öyle oldu. Hatta biraz daha çarpıcı. Burada Nazlı'nın güçlü eğitimciliğinin ve işini büyük bir tutkuyla yapmasının payı büyük. 

Bizi izleyen diğer gruplardan şunları duyduk: 

"Seni dinlerken keşke Türkçe bilseydim dedim. Anlattıklarının hepsini anlamadım, ama öyle güzel anlatıyordun ki seni dinlemekten kendimi alamadım."

"Siz masallarınızı anlatırken kültürünüzü daha çok merak ettim. Berlin'deki Türklere karşı bir ön yargı var, bizden bağımsız. Ama siz farklı gibisiniz, sizi daha çok tanımak istedim." 

Ey masal anlatıcılığı! Sen nelere kadirsin! Bir masal anlatıyorsunuz ve bu duyguları uyandırıyorsunuz. Dillerin öneminin kalmadığı bir an bu. Paha biçilebilir mi? 

Hayır, Bu Bizim Masalımız..




İlerleyen günlerde masallarımızı sahnelemek için çalışmalara hız verdik. 
İstanbul grubuna Potsdam ve Bern'den partnerlerimiz eşlik etti. Masallarımızı iki/üç dilli sergileyecektik. İlk etapta anlattığımız masallara daha sonra birilerinin dahil olması bizi biraz endişelendirmişti. Bir çok şey değişime uğramak zorunda kalmıştı. Nasıl olacak? Ama biz daha yeni tanışıyoruz. Nasıl birlikte anlatacağız masalları? derkeeen...Birlikte masalı paylaşmanın büyüsüne şahit olduk. Masal, partnerlerimizle birlikte ellerimizde yeniden şekillenen bir hamur gibiydi. 

Partnerlerimden biri Kenja'yla masalı birlikte nasıl anlatacağımızı konuşurken aramızda şöyle bir diyalog geçti:
"Bu senin masalın Eda, sen karar ver, ben uyarım sana." 
"Hayır, bu bizim masalımız Kenya, Birlikte karar vereceğiz."

Bern'den partnerim Anya ve Potsdam'dan partnerim Kenja'yla benim masal birlikte yarattığımız yepyeni bir masala dönüştü. Daha renkli, daha özgün, daha canlı..

Şehrin Ruhu 





Program oldukça yoğun geçmesine ve 3-4 saatlik uykularla dolanmamıza rağmen şehrin altını üstüne getirmeyi, eğlenmeyi de ihmal etmedik tabi ki. 

Rehberle birlikte şehir turu, alternatif serbest zaman etkinlikleri, alışveriş, akşam turları, müzeler, spontan geziler, kahve sohbetleri, birlikte söylenen şarkılar..



Bern'e gelmeden buraya dair hayal ettiklerimi kaleme almıştım. (http://kulakverbana.blogspot.com.tr/p/ekip_88.html) 
Beklentilerimin ötesinde. Bern, çok gerçekçi ama bir o kadar da masalımsı bir şehir.
UNESCO tarafından korumaya alınmış.
Etraf yemyeşil, hava mis gibi. 
Binalar eski görünümlerini koruyor. 
Sanata çok önem veriliyor. 
Burada her şey saat gibi tıkır tıkır işliyor. 
Kafeleri, restoranları, sokak pazarları, ikinci el dükkanları, neredeyse her sokakta bulunan çeşmeleriyle dikkat çekiyor. 
Gece şehrin cadde ve sokaklarında yürümek ayrı bir keyif. 
Türkler de bir hayli fazla, 
Biz gelmeden buraya ünümüz yayılmış.
Girdiğimiz çoğu mekanda bizim projenin afişleri ve isimlerimiz yer alıyor. 




Buraya gelip de Alp'leri görmeden olur mu? 
Alp'leri ve Bern'i tepeden görebileceğimiz dağ yamacına çıkıyoruz bir teleferikle. Türkçe ve Almanca şarkılar eşliğinde. 
Müziklerin konuştuğu, dillerin bir öneminin kalmadığı bir an daha. 

Evvel Zaman Sokağı 



Provalarımız devam ederken gösteri günü ışık hızıyla geldi. 
Akşam ilk gösterimize çıkmadan önce 
Bern şehrinin tam ortasında,
Bir pazar meydanında ilk kez anlatacağız hikâyelerimizi.  
Yahu İsviçre'nin göbeğinde Türkçe hikâye anlatmak!
Haydiii bakalııımm!
Değişik bir kıpırtı var herkeste. 
Insanlar geliyor, duruyor, izliyor, tebessüm ediyor, dinliyor, bazısı kalıyor, bazısı geçiyor. 
Kim bilir neler düşünüyorlar?
Ben hikâyemi anlatırken sokağın diğer köşesinden Japon kafilesi geleneksel ritm aletleriyle önümden geçiyor. 
Durup selamlamıyorum, benim de o an Japon masalı anlattığımı bilmiyorlar tabi. 
Gösteriye çıkan küçük çocuklar gibiyim. 
Ilk kez sahneye çıktığım ilkokul zamanlarımı hatırlatıyor bana. 
Gülümsüyor içim 
Pamuk gibi hafifim. 

Prö mi yer ve gösteriler 





Geldiğimiz günden beri prova ve çalışmalarımızı Bümplitz'de bulunan bir binada yapıyorduk. Ortaçağ'dan kalma bu binanın çatı katı ilk gösterimizde de bizi ve seyircileri harika bir misafirperverlikle ağırladı. Biz sahnede masallarımızı anlata duralım aralarda Balkan Müzisyen Topluluğu Tayfa ortalığı şenlendirdi de şenlendirdi. Masallar, hikayeler, müzik, dans, muhabbetler.. Gösteri güya bitti. Türk ve Balkan müzikleri olur da biter mi? Onlarca farklı yerden gelen bir sürü insanla omuz omuza halaylar mı çekmedik. Ankara, Roman, Karadeniz, oryantal oyunlar mı oynamadık. Balkan abiler de ülke hasretiyle bizleri görünce duramadı tabi. Gece yarısına kadar vur patlasın çal oynasın. Gecenin sonunda o tatlı yorgunluk ve keyif... İşte nereden geldiğinin öneminin kalmadığı bir an daha. 


Ilk gösterimizi fişek gibi atlattık. Sonraki iki gece de gösterilerimiz devam etti. Ard arda sokak gösterisiyle birlikte 4 kez seyirciyle buluşmuş olduk. Son gösterilerimizi Bern'in sanat merkezi olan müzikal ve sahne gösterilerinin yapıldığı Kornhouse adlı bir mekânda sahneledik. Seyircilerin ve burada yaşayan Türk teyzelerin tatlı ilgisiyle karşılaştık. "Türkçe duymayı özlemişiz, ay iyi ki geldiniz," dediler. Son gösteri gecemizde yine Balkan grupla tam bir Türk gecesi yaptık. 



Könülden 

Günler günleri çok hızlı kovaladı.
Veda günü geldi çattı. 
Güzel topluca bir kahvaltının ardından 
Hafif gözyaşlı ve bulutlu.
Bir son gün yaşandı. 
Arkada bir aile bırakmanın hüznü ve bu müthiş deneyimi yaşamanın tatlı bir mutluluğu.
Bu 10 gün farklı katmanlarda yolculuk yaptıran büyüleyici bir deneyim oldu.
Dilimizi bilmeyen insanların gözlerinin içine baka baka masallarımızı anlattık. 
Dilini bilmediğimiz insanlardan masallar dinledik.
İletişim her zaman dil midir?
Her zaman aynı dili konuşmak mıdır? 
Nereden geldiğin çok mu önemlidir?
Duyguların, sarılmanın, bakışların, samimiyetin dilini keşfettik. 
Aynı dili konuşamasak da birbirimizi anlayabildik.
Müziğin, masalların, dansların, duyguların birleştiriciliğinde sıcacık uyuduk bu 10 gün.




Ve bu masal da böyle bitmedi tabi ki
Yalnızca İsviçre kısmı bitti, 
Bir sonraki durağa kadar. 
Hem ne demiş şair; 
"Vedalar gözüyle sevenler içindir. 
Könülden sevenler ayrılmaz."

Eda Bayraktar 



17 Ekim

Uçak yolculuğumuz daha sonraları ve pek sonraları da anlatacağımız, hatırlayıp da üzerine tekrar tekrar güleceğimiz bir atmosferle geçti diyebilirim. Pegasusun bir tutam gecikmesiyle gerilen yolculardan biri kabin görevlisiyle kavga etti, olay tam önümüzde gerçekleştiğinden şahit olmanın gerginliği ve garip coşkusundaydık ki yolcunun pek de kibar olmayan davranışlarından ötürü uçuşu iptal edildi. Bu sürede Ferhat ile yanımızda oturan Hasan Ağabey ile ahbaplığımızı ilerletiyorduk. Bununla eş zamanlı Ferhat'ın ilk uçuşunun korkulu heyecanı başladı, muhabbetler derinleşti, biralar söylendi ve Zürich'e doğru uzun bir yolculuk başladı. Tüm bu olanlardan 2,5 - 3 saat sonra Heidi'nin bahçesinde dolanır gibi dolandık durduk yeşil ve maviliklerin üzerinde iniş izni uzadıkça uzadı, zaman zaman indik ve tekrar yükseldik derken garip ve yorgun ruh haliyle havaalanına indik. Havaalanında tuvalete gidenler, sigara içenler ve diğerlerini bekleyenler arasında kısa bir kaybolma anısı da eklenince bizi karşılayan Cazım (ismi ben de anlamadım tabiki) ile otoparkta arabaya bindik. Okul servisi gibi dizildik arabaya, ee Avrupa havası kemerler takıldı hemen ve Bern'e doğru şirin bir yolculuktur başladı.

Bir yandan etraftaki yeşilliğin ve gökyüzündeki kıvrım kıvrım çin bulutlarının fotoğrafını yakalamaya çalışıyor ya da bir şeyler yazıyor ve yahut müzik dinliyorduk. Berfin'in yolculuğun teması olarak Azeri Reggy şarkısıyla coştuk. Şarkıda olduğu gibi burada da bizim gözümüzde "pammık gibi bulutlar" vardı. Aynı sokak üzerinde dolandık durduk nehir kenarında, hostele yakındık galiba ama onu bir türlü bulamadık. arabanın içinden bize hem bu kadar yabancı hem de ilk bakışta sıcak ve tanıdık gelen bu şehri gözlüyorduk ki Cansu tüm dikkatimi uzun soluklu bir kahkaya çevirdi: "Aaa aynı Denizli burası!"
Hostel bulundu, Bern koordinatörü Azad ile tanışıldı güzel bir sohbetin ardından akşam yemeğine gitmek için sözleşildi. bir kaç saat hemen keşif yapmak için attık kendimizi hostelin dışında. şimdiye kadar tek bildiğimiz hatta en bildiğimiz nehir yanına vardık. Durgun, yeşil bir o kadar soğuk olduğunu sandığımız nehrin kıyısı boyunca yürüdük. Sessizlik, sakinlik bir hırka gibi sardı hemen, nasıl da teslim ettik kendimizi bilemeden yürüyüp havasını soluduk bu yerin. Hava beklediğimizden sıcak buna seviniyoruz ama içten içe hazır gelmişken her mevsimi de yaşasak bir kar bastırsa diye de düşünmüyor değildim. Azad'la buluştuk burada, tanıdık bir Ermeni lokantasına gidiyoruz, tramvaya bindik, bir süre sonra sarı ve turuncu ışıklarının karanlık sokağa yansıdığı küçük bir lokantanın hemen önüne vardık. Üç dört masayı birleştirip başladık keyfe. Güzel yemeğin yanında güzelce bir İsviçre birası yorgunluğumuzu unutturup bizi neşelendirerek, gelecek günlere hazırlamaya başladı.

18 Ekim

Bugün daha hareketli, yeni insanlar, yeni yüzler ve hiç tanıdık olmayan konuşmalarla bir grup olduk, toplandık. Postdam, Bern, Berlin ve biz İstanbul katılımcıları büyük bir çemberde tanışmaya başladık. Bu kadar genç insan olur da gülmez miyiz, Ferhat'ın isim gafı ve daha nicelerine bol bol güldük. Suse'nin tecrübesini es geçmemek gerek daha ilk günden çok ince detaylarla bizi birbirimize yakınlaştıran programı öylesine güzel ki, daha fazla çalışma yapma isteği uyandırıyordu bende. 

Bir soluk çalışmalar ve yemeğin ardından Postdam ve Bern gruplarının masallarının ön gösterimi başladı. Bu durumda dilin önemi ve ya anlama ve çözümlemede dil gibi bir bileşenimiz olmadığından bu konuya hiç değinmeyeceğim. Seyredilen şeyin kendisi duyulandan öte bir başka anlam kazanıyor zihnimizde. Bu arada oldukça farklı bir deneyim olduğunu belirtmeliyim bu izlemede. Çünkü izlediğimiz, dinlediğimiz performanslar oldukça farklıydı. Bern grubu tamamiyle tiyatral bir izlek üzerine kurmuş masallarını. Üç dört farklı masal anlattılar, genelde bir kişi masalın ana hatlarını dillendirirken diğer kişiler canlandırma rolünü üstlenmişler. Bunun hikaye anlatıcılığıyla doğrudan bir bağlantısı olup olmadığı tartışmalı bir konu, ancak seyir olarak da çok başarılı değildi. 

Postdam grubunun performansı, bir hayli keyifliydi. Yan yana beş anlatıcı birbirlerinin sözlerini zaman zaman keserek zaman zaman güzel bir bağlantıyla bölerek sürekli bir devamı oluşturacak şekilde anlattılar masallarını. Hatta bir masalın içine bir başka masalları da ekleyerek sonucunda kademeli ve eğlenceli bir anlatım olmuş. 

Tabi ki bunlar ilk izlenim ve biraz üstün körü değerlendirmeler. Şu var ki izledikçe bir başka heyecan sarmaya başladı. Çoğu zaman, o anlatım kültürü ve gelenek farkları öylesine başka haller alıyordu ki estetik kültür canlı kanlı bir varlık gibi duruyordu önümüzde. Şöyle söylemeli, elbette estetik kültürler, gelenekler farklı ve algılar bambaşka ama biri, bir şey anlattığı anda güzel bir birliktelik başlıyor. Ve açık olarak işin sırrı çok ve daha çok çalışmak olduğu beliriyor.

Uğur Açıkgöz
 






17 Ekim

Karlı dağları, lezzetli inekleri ve devasa çikolatalarıyla ünlü İsviçre'ye, yani bizim ekibin tabiriyle Heidi'nin memleketine, vardık. Hayalimdeki gibi süt kokmuyor burası, hatta hayalimdekinden daha az yeşil ve daha sıcak. Biz Heidi'nin memleketi soğuk olur düşüncesiyle bavullara kışlıkları doldurup geldik, ama bizi pastırma yazı kıvamında bir hava karşıladı. Güneş sağ olsun, tüm gün boyunca sıcaklığını bizden esirgemedi. Sıcaklığını esirgemeyen sadece güneş değil; bizi Zürih hava alanında karşılayan ve Bern'e getiren Çazım (acaba bu isim nasıl yazılıyor?), rahat edelim diye elinden geleni ardına koymayan Bern'deki ev sahibimiz Azad, bizi Türkçe ''Hoş geldiniz'' kartı ve epey büyük bir torba dolusu İsviçre çikolatasıyla karşılayan Natasha, bize evine misafirliğe gitmişiz gibi davranan Ermeni lokantası sahibi Mizirabi... Hepsi bizi sıcacık karşıladılar, güneş gibi içimizi ısıttılar. Sağ olsunlar.

Kaldığımız hostel nehrin kenarında, yeşil, kırmızı ve sarının her tonundan yaprakları olan ağaçların arasında bir yerde. Bern şehir merkezine (Altstadt) 10 dakika yürüme mesafesinde. Altstadt, dünya koruma varlıkları kapsamında UNESCO tarafından korunuyormuş çünkü tüm Avrupa'da birinci ve ikinci dünya savaşları esnasında hasar görmeyen nadir şehirlerindenmiş Bern. Dört bir yanının Alplerle kaplı olması ve devlet erkanının siyasi manevraları İsviçre'yi savaşın yıkıcılığından korumuş. Henüz Altstadt'ı gündüz gözüyle gezemedim, zira İstanbul'dan beri üzerimde ''grip oldum olacağım'' halleri var. Aslında şehrin içindeki binalardan ziyade dağların havası, manzarası heyecanlandırıyor beni. Şehrin havası bile bu denli ferahlatıcıyken, dağların havası nasıldır kim bilir... O yüzden salı günü -hava güzel olduğu takdirde- yapacağımız dağ gezintisini sabırsızlıkla bekliyorum. Dua edelim de hava güzel olsun!

18 Ekim

Bugün ilk buluşma günüydü. Tanışma, kaynaşma günüydü. Sözlerden, kelimelerden ziyade seslerle, mimiklerle, el kol hareketleriyle anlaşıldı. İsimler havada uçuştu. İsimlerin nasıl yazıldığı önemli değildi, esas olan nasıl söylendiğiydi. Herkes daha fazla kişinin ismini doğru söyleyebilmek için birbiriyle yarıştı. İsimlerin unutulduğu anları da gülümsemeler, göz selamları ya da mahçup bakışlar tamamladı. Şu gibi diyaloglara da tanık olduk:

-        Senin ismin neydi?
-        Uğur.
-        Aaa, Uhr saat demek bizde. Peki senin ismin neydi?
-        Ferhat.
-        Fahrrad da bisiklet demek.

4 farklı şehir (Bern, Potsdam, Berlin, İstanbul) ve 3 farklı ülkeden (İsviçre, Almanya, Türkiye) gelen, 7 farklı dil (Almanca, İsviçre Almancası, Türkçe, İngilizce, Fransızca, Boşnakça, İspanyolca) konuşan 25 genç biraraya gelince ortalığın karışmasından, yanlış anlaşılmaların, absürd diyalogların ortaya çıkmasından daha doğal ne olabilirdi? Mesela Azad grubun toplamda kaç kişi olduğunu öğrenmek için say baştan yapmayı önerdiğinde, ben henüz sayım yapacağımızı türkçeye tercüme edemeden İsviçreli gençler başladılar saymaya
Eins (Bir)
Zwei (İki)
Drei (Üç)
Ferhat
Herkes kahkahalara boğulduğu için saymaya devam edilemedi. Ferhat bunun üzerine mahçup mahçup gülümseyerek şöyle dedi: ''Ben de diyorum, herkesin ismi ne kadar birbirine benziyor.''

Bu, bir arada düşünülmesi imkansız gibi görünen insan kombinasyonu, Suse'nin yaptırdığı tanışma oyunları sayesinde kısa sürede kaynaştı. Ortamın samimiyeti, Suse'nin becerisi ve hikâyelerin gücü birleşince, 25 genç birkaç saat içinde birbirleriyle şaşırtıcı düzeyde iyi ve etkin iletişim kurabilen bir topluluğa dönüşüverdi. Elbette ki, gün boyunca az önce anlattığım türden yanlış anlaşmalara, absürd diyaloglara yenileri eklendi. Her biri neşemize neşe katarak hafızalarımızdaki yerini aldı.

Tanışma faslından sonra her şehirdeki ekibin sunumlarını izleme vakti geldi. Bugün sunacak olan Potsdam ve Bern ekipleri öncesinde prova almak istediler. Biz de onlar rahat rahat çalışsınlar diye çalışma mekânını onlara bıraktık ve parkın yolunu tuttuk. Bizim gençlerin sunumu yarın olmasına rağmen, onlar bugünden prova yapmak istediler. Herkes parkın bir köşesinde çalışmaya başladı. Parkın hemen yanındaki çimenlik alanda kara koyunlar otluyordu. Güneş göz alıyordu, ama iç ısıtıyordu. Banka oturup etrafı seyre daldım. Bir an kendimi bir masalın içinde sandım. Buraya masal anlatmaya gelmiştik ve daha ilk günden kendimiz masal olup çıkmıştık sanki. Uğur, Leyla ile Mecnun'un hikayesini kara koyunlardan birinin kulağına fısıldıyordu. Berfin Ferhat'a horoz hareketleri gösteriyordu. Nazlı Berfin'e ''O senin horozun.'' diyordu ve Ferhat'a kendi horozunun nasıl olduğunu bulması gerektiğini söylüyordu. Ferhat kendi horozunu ararken herkesi gülüp geçiriyordu. Sonra Gamze, Cansu ve ben, Pıspısıla hanımın cilvesine cilve katabilmek için parkın ortasında göbek atmaya başladık. Bankta oturan bir teyze el çırparak bize tempo tuttu. Gamze ve Cansu anlatırken sürekli bebekler ve yaşlılar geçiyordu önlerinden, hepsi kendi yürüteçleriyle. Her seferinde insan çocukken ve yaşlıyken daha fazla bacağa ihtiyaç duyuyor diye geçiriyordum aklımdan. Cansu Şahmeran'ın hazin sonunu anlatırken, ışınlarını gözümün içine gönderen güneşe bakmaya çalıştım, bakamayacağımı bile bile bakışlarımı çevirdim ona. Belki bir mucize olurdu ve güneşi görebilirdim. Mucize olmadı ama ihtimali bile güzeldi.

Prova saatinden sonra sunumları izledik. Ve çalışmayı bir kızılderili şarkısını söyleyerek bitirdik:

Evening rises, spirit comes (Akşam yükseliyor, ruhlar yaklaşıyor.)
Sun goes down and the day is done (Güneş batıyor, gün bitiyor.)
Mother earth awaken me (Toprak ana beni,)
With the heart beat of the sea  (denizin kalp atışlarıyla uyandırıyor.)

Günün ahengine uyan masal gibi bir bitiriş oldu.  

19 Ekim

Günün konusu: Biyografik hikayeler
Günün şarkısı: ''Bir mumdur, iki mumdur...''
Günün sürprizi: Origami

Bugün ısınma çalışmalarından sonra Suse ekibin dörderli gruplara ayrılmasını istedi ve her gruba farklı bir hayvanın ya da bitkinin origamiyle nasıl yapıldığını anlatan kağıtlar dağıttı. Düz kare kraft kağıtları kısa sürede renkli balıklara, uzun boyunlu kuşlara, şaşkın bakışlı kurbağalara ya da gemi yiyen çiçeklere dönüştü. Her grup ortaya çıkan hayvan ve bitkilerle ilgili bir hikâye uydurdu ve onu bizlerle paylaştı. Ben en çok balık Pinky'nin hikâyesini beğendim. Pembe pulcuğu nedeniyle balık topluluğundan dışlanan balık Pinky'nin pulcuğundan yansıyan güneş ışınları köpek balıklarının gözünü alıyor ve onları kaçırıyor. Böylelikle balık Pinky köpekbalıklarına yem olmaktan kurtuluyor, hatta başka diğer balıkları da kurtarıyor. Balıklar, kahraman balık Pinky'yi dışlamaktan vazgeçiyorlar, ve ona saygı duymaya başlıyorlar.

Origaminin yarattığı coşku, biyografik hikâyelerle farklı bir tada dönüştü. Her hikâye türü gönlümde rengârenk izler bırakıyor ama biyografik hikâyelerin bende bıraktığı izler daha derin, daha kalıcı ve daha şifalandırıcı. Biyografik hikâye anlatan kişi, hikâyeyi yaşadığı için hikâyeyle daha derin bir bağ kurabiliyor bence. Ve ben bu bağın gücünü duyumsamayı seviyorum. Anlatanın yaşamında bir yolculuğa çıkmak, onunla empati kurmak, onun açtığı gönül kapısından içeri süzülmek, ve kendi gönül kapımı açarak anlatılanların geçmişimdeki anları, duyguları, tavırları tetiklemesine izin vermek, su yüzüne çıkan kendi hikâyelerime cesurca bakabilmek... Tüm bunlar, hem anlatanla hem kendimle daha köklü bir ilişki kurmama vesile oluyor. O nedenle biyografik hikâyelerle hemhal olunca, anlatılamaz derecede güçlü bir iç erincine kavuşuyorum (bu bölümü Uğur'a ithaf ediyorum :) ).

Bugün de o günlerden biri oldu, yani o tarifsiz iç erinçli günlerden biri. Öğlen yemeğinden sonra Suse elinde kraft kağıdından kocaman kağıt bir kâse ve içinde küçük beyaz kağıt parçalarıyla etrafta dolaşmaya başladı. Herkesden kâseden bir kağıt çekmesini ve kağıtta yazan sorunun anımsattığı bir hikâyeyi anlatmasını istedi. Yaşanmış bir hikâye olmalıydı bu. Kağıtlardaki sorular şöyleydi:
-        Başına doğa üstü bir olay geldi mi?
-        Çocuklukta zor durumda kaldığın bir an oldu mu?
-        Hayatında daha önce hiç görmediğin tuhaf bir hayvanla karşılaştın mı?
-        Kaybolma ve bulunma hikayen var mı? 

Enfes hikayeler çıktı ortaya. Anlatmak isteyenler coşkuyla anlattılar, biz de keyifle dinledik. Daha sonra İstanbul ve Berlin ekipleri Bern'e gelmeden önce hazırladıkları hikâyeleri sundular. Berlin grubu biyografik hikâyeler çalışmış. Çok samimi ve eğlenceliydiler. Onlar anlatırken, hikâyeler üzerinden yeniden tanıştık gibi hissettim.

İstanbul ekibi, yani bizim ekiptekiler ise masallarını ilk defa onların dilini anlamayan bir seyirci topluluğuyla paylaştı. Çoğu, anlaşılamayacakları endişesine kapılıp daha grotesk bir anlatımı tercih etti. Kimi beden dilinin sınırlarını zorladı, kimi anlatımın içine İngilizce, Almanca kelimeler serpiştirdi. En nihayetinde hepsi kendilerini anlaşılır kılmayı becerdi.

Uzun bir günün sonunda duygularım karmakarışık. En yoğun hissettiğim duygular ise; gurur, huzur ve mutluluk.

20 Ekim

Bugün güne şehir turuyla başladık. ''Leih mir dein Ohr'' projesi Berlin ve Bern'deki gençlik sosyal merkezleri tarafından destekleniyor ve yürütülüyor. Belli ki, şehir turunu da sosyal hizmetlerle uğraşan birileri organize etmiş. Saraylar ve tarihi binalar yerine evsizlerin barınaklarını, uyuşturucu bağımlılarının rehabilite merkezlerini ve politik gençlik hareketlerinin işgal ettiği binaları gezdik. İlginç bir deneyimdi.

Akşam üstü prova mekanında buluştuk. İkili eşler önce birbirine masaj yaptı, sonra da müzik eşliğinde birbirlerini heykel gibi şekillendirdiler. Çiftler müziğe kendini bıraktığında ''heykel'' çalışması, izlemesi keyif veren bir dansa dönüştü. Masaj ve dans gençleri rahatlattı ve dinçleştirdi. Daha sonra Suse, tüm gençlerin sahnenin arka planında belirli bir tema bağlamında bir fotoğraf karesi oluşturmalarını istedi. Komik ve eğlenceli fotoğraflar oluşturuldu. Sanırım Suse bu fotoğrafları gösteride kullanacak.

Bugün gösteriye yönelik çalışmalara yoğunlaşıldı. İstanbul ekibinin hikâyelerinin seyirci tarafından daha rahat anlaşılabilmesi için diğer şehirlerden gençlerin anlatıma dahil olmasına ve hikâyenin bir bölümünün Almanca anlatmasına karar verildi. Birbiriyle çalışmak isteyenler eşleşti ve gruplar anlatımı iki dilli, hatta bazı hikâyeleri üç dilli kurgulamak üzere çalışmaya başladı. Üç dilli diyorum, zira İsviçre Almancası Almanya Almanca'sından çok farklı. Ayrı bir dil gibi.

21 Ekim
Heyecanla beklediğim dağ gezintisi hava muhalefeti nedeniyle  maalesef kısa bir ''orman havası alma'' etkinliğine dönüştü. Sırt çantalarımız ve yürüyüş ayakkabılarımız eşliğinde sabah erkenden yola çıkıp dağ yollarını tırmanacağımızı hayal ederken, teleferikle bir dağ yamacına çıkıp manzaranın tadını çıkarmakla yetindik. Zira program çok yoğun ve günlerin yorgunluğu yavaş yavaş birikmeye başladı. O nedenle boş zaman aktivitelerini mümkün olduğunca kısa tutma kararı alındı.

Bugünün en zevkli anları; yol boyunca hep beraber şarkı söylediğimiz anlardı. Suse'nin öğrettiği ''Amaii huuu woo iyeyiii'' ve ''Evening comes...'' şarkıları ve benim öğrettiğim ''Bir mumdur, iki mumdur'' dillerden düşmedi. Ortak repertuara bugün başka şarkılar da eklendi. Benim en sevdiğim Almanların ortaçağda hasat zamanı söyledikleri bir şarkı:

Heyo spann den Wagen an! (Hey, arabayı yola koy!)
Sieh der Wind treibt Regen übers Land (Bak, rüzgar yağmuru toprağın üzerine çekiyor.)
Hol die goldenen Gaben (Topla tüm altın gibi değerli hasatları!)
Hol die goldenen Gaben (Topla tüm altın gibi değerli hasatları!)

Dilini, kültürünü bilmediğin insanlarlar dolaysız iletişim kurmanın en güzel yolu; hep beraber şarkı söylemek ve müzik yapmak.

22 Ekim

Gençler arasındaki iletişimin seviyesi her geçen gün daha da artıyor. Türkiye'den gelenler ortalığa Almanca cümleler fırlatıyor. Almanyalı ve İsviçreli gençler de Türkçe öğrenmeye çalışıyorlar. Zamanla tercümeye daha az ihtiyaç duyulduğunu hissediyorum. Aynı dili konuşmasalar da sanki herkes rahatlıkla anlaşıyor. İletişimin dile ihtiyaç duymadığı anlara tanık olmak çok keyifli.

Türkçe hikâyeler iki ya da üç dilli anlatımlarla zenginleşti; yeni anlatıcılar ve yeni diller eklenince hikâyenin aurası genişledi. Her ekip farklı bir formu deniyor. Mesela Flo, Ferhat'ın hikâyesini anlatan bir rap şarkı besteledi, gösteride hikâye başlangıcında bestelediği şarkıyı söyleyecek. Anna ve Kenya, Eda'nın hikayesini aralarda sorular sorarak destekliyorlar. Cansu ve Jorinde, Camsap'la Şahmeran'ın hikâyesini epik bir formda dilleri iç içe geçirerek anlatıyorlar. Jonny, Berfin'in hikâyesine görsel imajlarla katkıda bulunuyor. Gamze ile Lea ise birlikte kâh şarkı söylüyorlar, kâh dans ediyorlar, kâh Pısıpısa Hanım'ın nazını, cilvesini canlandırıyorlar. Natasha ve Luise ise Leylâ'yla Mecnûn'un hikâyesini anlatmayı seçerek zor bir işe girişen Uğur'un arkasında iki sağlam kaya gibi duruyorlar. Uğur'un mekânda yayılan Türkçe sözleri onlara çarpıyor ve Almanca kelimeler ve cümlelerle seyirciye ulaşıyor.     

24 Ekim

Dün yazamadım. Günler hızlı ilerlemeye başladı. Birkaç gündür geceleri geç yatıp sabahları da geç kalkıyorum. Nazlı'yla lisede yatılı okulda kalan genç kızlar gibiyiz, karşılıklı ranzalardan yaptığımız gece sohbetleri bitmek bilmiyor. Bu sohbetler benim için günün en kikirdek, en keyifli ve eğlenceli anları. Neyse ki, odada bizden başka kimse kalmıyor ve eğlencemiz başkalarına eziyet olmuyor.

Bu sabah kahvaltı saatini kaçırdığım için yollara düştüm, kahve içecek bir yerler aradım. Aaar nehrinin kıyısında kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra ''7 Sachen'' adlı bir kafeye denk geldim. ''7 Sachen''; ''7 eşya'' demek. Alman kültüründe bu terim, zor durumda yanına alacağın ilk yedi eşya anlamına geliyormuş. Burası hem kafe hem de antik eşyaların satıldığı bir dükkan. Adıyla tezat, acil ihtiyaçları karşılayacak bir yer olmaktan uzak, bir mekân burası. Ama şık dekorasyonu, lezzetli kahvesi ve bana çocukluğumu hatırlatan kayısılı turtasıyla hoş vakit geçirilen bir yer. Bir yandan kahvemi yudumluyorum, bir yandan da bu satırları yazıyorum. Değmeyin keyfime...

Size dün akşamki ilk gösterimizi anlatmak istiyorum. Dünkü gösteri, yaklaşık dört beş saat süren görkemli bir kutlamaya dönüştü. Ortaçağdan kalma bir binanın çatı katında, geldiğimiz günden beri bizi ağırlayan devasa prova mekânı Bern seyircisinin teveccühüyle doldu, taştı. Boşken insana hüzün veren bu mekân; masalların, hikâyelerin, müzik ve dansın büyüsüyle bir şenlik alanına evrildi. Gençler hikâyelerini üç bölümde anlattılar, aralarda Balkan ezgileri çalan grup ''Tayfa'' ortamı şenlendirdi. İçki ve atıştırmalıklar eşliğinde hikâyeler, müzik, dans, sohbet ve muhabbet birbirine karıştı. Hikâyeler bitti, müzik ve dans bitmedi. Gece, Potsdamlı ve Bernli gençler oriyantal dansın kıvraklığını özümseyene kadar devam etti.

Türkiye'de böyle gece boyu süren içkili kutlamalar sonunda işkembeciye gidilir, İsviçre'de ise şenlik peynir fondüsüne ekmek bandırılarak sona erdi.

26 Ekim

Ve dönüş vakti geldi, çattı. Üç gün üç gece, şenlik tadında süren gösterimler dün akşam masalcılara yakışır bir sonla kutsandı. Hediyeler ve teşekkürler yürekleri şenlendirdi. Grup Tayfa yine bizimleydi, müzik ve dans gene bitmek bilmedi. Bu sefer mekân daha küçüktü, daha sıcaktı, ama şehrin kalbindeydi. Böylece gençler partiye devam etmek için kolaylıkla başka mekânlara kaçabildi. Biz ''yetişkinler'' ise daha sakin bir sohbetin yolunu tuttuk.

Üç gece boyunca gençlerin coşkusu, seyircilerin yoğun ilgisi ve organizasyon ekibinin misafirperverlikliği hiç eksilmedi, aksine çoğaldıkça çoğaldı. Böyle güzel bir deneyimin parçası olabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Herkese ne kadar teşekkür etsem az, ama en kocaman teşekkür Nazlı'ya gidiyor; iyi ki varsın Nazlı! İyi ki karşılaştık!

Senem Donatan

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Dilini bilmediğin biriyle anlaşmak mı?
Bu sorunun tedirginliği ile yola çıktığımızda neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Tedirgindik belki ama en çok heyecanlı…
Sorumuzun cevabı buluverdi bizi:
Evet anlaşabiliyoruz.
Dilini bilmesen bile anlıyorsun.
Mesela bir yerden sonra: " Of Almanca'm yok! Delireceğim, anlatamıyorum. Bana kağıt kalem verin çizeceğim " deyip
Bir yandan da şekilden şekilde girip anlaşmaya çalışmak sınırları kaldırabiliyor evet.
Ya da hasta olduğunda " Bugün iyi misin?" diye sorulan Fransızca bir soruyu anlamadığın için birkaç saat sonra, Türkçe'sini öğrenip " Bugün nasılsın?" diyebiliyorsa biri ne önemi var diyorsun sınırların?
İnsanı anlamaya çalışmak ne değerli bir şey.

Ve anlamasan da hissetmek! Ne güzel...

Gamze Çevik

1 yorum: