Eda'dan;
Yine Nereye?
"Eda nereye
gidiyorsun?”
"İsviçre’ye, hikâye
anlatıcılığı projesine."
"Ne yapacaksınız
projede?"
"Bern, Potsdam,
Berlin ve Istanbul'dan gelen gençlerle bir arada çalışıp hikayelerimizi
sahneleyeceğiz."
"İngilizce mi
anlatacaksınız?"
"Yok, herkes kendi
dilinde."
"E nasıl
anlayacaksınız birbirinizi?"
"Bilmiyorum
ki."
Gerçekten
bilmiyordum.
Merak ediyordum.
İşte bu heyecan ve
merakla başladı 10 günlük Bern yolculuğu.
3 farklı ülke (İsviçre,
Almanya, Türkiye)
4 farklı şehir (Bern,
Potsdam, Berlin, İstanbul)
8 farklı dil (Almanca,
İsviçre Almancası, Türkçe, İngilizce, Fransızca, Arapça, Boşnakça, İspanyolca)
25 genç
1 projede
birleştik:
Kulak Ver Bana
Havuçlu Tarçınlı Kek
Zürich'e indiğimizde
bizi karşılayan güneşten anlamalıydık bu yolculuğun fırından yeni çıkmış mis
gibi kabarık kek etkisi yaratacağını.
Bizi Zürich'ten alıp
Bern'e götüren Cazıım,
İçi İsviçre
çikolatalarıyla dolu Hoşgeldiniz yazılı notlarla karşılayan Natascha,
Bizi mutlu etmek için
çırpınan Bern koordinatörü Azad,
Lezzetli yemekleriyle
damaklarımızı şenlendiren Ermeni Lokantası sahibi Mizirabi.
Öyle güzel karşılandık
ki burada mahallede çok sevdiğimiz bir teyzenin evine buyur edişi gibiydi bizi
ağırlayışları.
Sadece insanları mı?
Bern'in kendisi de öyle
bir buyur etti ki bizi içine, soğuk bir hava beklerken güneşle ısıttı
içimizi.
Yemyeşil bir doğa, elini
uzatsan yakalayacakmışsın efekti yaratan pofuduk bulutlar, nehir kıyısına yakın
bir hostel, şehrin etrafını bir kale gibi saran muhteşem Alpler, cıvıl
cıvıl şehir meydanı, mis gibi temiz bir hava, yazdan kalma bir gün. Bern'in
masalsı güzelliğini ilk gün içimize işte böyle çektik.
Ertesi gün diğer
ekiplerle tanışıp kaynaşmalar, güven ve bağ oyunlarıyla başladı. Eğitmenimiz ve
kolaylaştırıcımız Suse Weisse bizi türlü egzersizlerle birbirimize bağladı.
Suse, öğretim görevlisi ve profesyonel hikâye anlatıcısı müthiş bir
kadın. Bu proje boyunca bizi 5 farklı hoca çalıştırıyor olacak. Potsdam'dan Suse,
Berlin'den İlhan Emirli, Bern'den Azad ve bizim ekibin başında da Nazlı ve
Senem.
Hikayelesek de mi
Doğaçlasak? Doğaçlasak da mı Hikayelesek?
Bern, Potsdam, Berlin ve
Istanbul. Herkesin ülkesinden getirdiği, üzerine çalıştığı hikaye ve masallar
vardı ve bunları Bern'de çalışıp birlikte sergileyecektik.
Bunların yanında özel
soslu hikâyeler de olmasın mıydı?
Bu kadar farklı
geçmişlerden bir araya gelen insanla sınırlar ötesi doğaçlama hikâyeler
yarattık biz burada. Hem de bilmem kaç farklı dilde.
Söz gelimi şöyle bir şey
oluyordu:
Kartlardan ilham alarak,
origami şekilleri üzerinden 3-4 kişi birlikte hikâye kurgulayıp bunu
anlatıyorduk. Partnerim hikâyeye Almanca başlıyor, ardından ben Türkçe
devam ediyordum, diğer partnerim İsviçre Almancasıyla hikâyeyi benden
devralırken, bir diğeri de hikâyeyi İngilizce sonlandırıyordu.
Tam bir çeşitlilik!
Farklı baharatları katarak birlikte bir yemek yapmış ve servis etmiş gibi bir
his. Tadına baktık, enfesti!
Biyografik Çemberler
Bunca yaratılan ve
çalışılan hikâyeler içinde kendimizi de unutamazdık elbette. Her birimiz başlı
başına bir hikâyeydik ve hayatımızda bir sürü anı biriktirmiştik. İşte bunları
da paylaşmanın zamanı gelmişti. Farklı geçmişlerden
gelen onlarca insan bir çemberde birleşti ve iç dünyalarını açtı
birbirlerine.
Dil mi? Duygu
mu?
Bern, Potsdam ve Berlin
grubu gösteri ve hikâyelerini kendi dillerinde bize sunarken, beynim o güne
kadar bilmediği anlamsız bir sürü sesi anlamlandırmaya çalışarak ısınmaya
başlamıştı. Sağlı sollu zonklamalar, yer yer kaşınmalar baş göstermişti.
Bakıyor, duyuyor, görüyor ama anlamıyordum. Ama ben anlamak istiyordum yahu.
Kahretsin, dil bu kadar büyük bir bariyer miydi?
Sonra farkettim ki, daha çok
duyduklarıma odaklanıyordum. Çinliler dinlemeyi 4 sembolle ifade eder:
Göz, Kulak, Kalp, Dikkat. “Sadece duyma, dinle ama kulağınla değil
kalbinle, gözünle tüm dikkatinle dinle” demektir bu.
Ben de bu sefer
anlıyormuş gibi dinlemeye başladım. Dili değil, duyguları takip etmeye
başladıkça sihir gibi bir şey oldu. Bilmediğim bir dilde bir masal
anlatılıyordu ve ben her nasılsa anlıyordum. İşte o sırada hikâye
anlatıcılığının gücü bana kocaman bir gülücük atarak göz kırptı.
Park Prova
Sıra bize gelmişti. Biz
de diğer ekibe hikâyelerimizi sergilemek için provalara başladık. Prova
yapmak için ille bir atölye ya da bir salon mu lazım her zaman? Güneşli bir
haftasonu kendimizi Bern parklarından birinde bulduk. Ben bir köşede masalımın
kahramanı Hilal ayısını ininden çıkarırken, Uğur, koyunlara Leyla ve Mecnun'un hikâyesini
anlatıyordu. Bir tarafta Gamze, Pıspıslı Hanım'ın göbek atışını gösterirken;
Cansu Şahmeran'ı kuyulardan çıkartıyordu. Ferhat horozunu üüü rüü diye
öttürürken; Berfin, Kurt Kadının dansıyla ritm tutuyordu. Bir de bu sırada
parktan geçen Bern halkı vardı ki, onlar da şaşkın şaşkın bizi izliyordu.
İngilizce ve Almanca
parçacıklı Türkçe
Eğitmenimiz Nazlı'nın da
tavsiyesiyle masalımı İngilizce ve Almanca kelime serpiştirilmiş Türkçe
anlatmaya karar verdim. Bu benim için bir ilkti. Dile adapte etmesi ve
anlatması biraz sancılı oldu ama sınırlarımı zorlamam açısından da çok
keyifliydi.
İstanbul grubu olarak hikâyelerimizi
sunduktan sonra inanılmaz takdirlerle karşılandık. İzlediğimiz her grubun
anlatıcılık tekniği ve sahnesi çok farklıydı. Bizim ki de öyle oldu. Hatta
biraz daha çarpıcı. Burada Nazlı'nın güçlü eğitimciliğinin ve işini büyük bir
tutkuyla yapmasının payı büyük.
Bizi izleyen diğer gruplardan şunları
duyduk:
"Seni dinlerken keşke
Türkçe bilseydim dedim. Anlattıklarının hepsini anlamadım, ama öyle güzel
anlatıyordun ki seni dinlemekten kendimi alamadım."
"Siz masallarınızı
anlatırken kültürünüzü daha çok merak ettim. Berlin'deki Türklere karşı bir ön yargı var, bizden bağımsız. Ama siz farklı gibisiniz, sizi daha çok tanımak
istedim."
Ey masal anlatıcılığı!
Sen nelere kadirsin! Bir masal anlatıyorsunuz ve bu duyguları uyandırıyorsunuz.
Dillerin öneminin kalmadığı bir an bu. Paha biçilebilir mi?
İlerleyen günlerde masallarımızı
sahnelemek için çalışmalara hız verdik.
İstanbul grubuna Potsdam
ve Bern'den partnerlerimiz eşlik etti. Masallarımızı iki/üç dilli
sergileyecektik. İlk etapta anlattığımız masallara daha sonra birilerinin dahil
olması bizi biraz endişelendirmişti. Bir çok şey değişime uğramak zorunda
kalmıştı. Nasıl olacak? Ama biz daha yeni tanışıyoruz. Nasıl birlikte
anlatacağız masalları? derkeeen...Birlikte masalı paylaşmanın büyüsüne şahit
olduk. Masal, partnerlerimizle birlikte ellerimizde yeniden şekillenen bir
hamur gibiydi.
Partnerlerimden biri Kenja'yla masalı birlikte nasıl
anlatacağımızı konuşurken aramızda şöyle bir diyalog geçti:
"Bu senin masalın
Eda, sen karar ver, ben uyarım sana."
"Hayır, bu bizim
masalımız Kenya, Birlikte karar vereceğiz."
Bern'den partnerim Anya
ve Potsdam'dan partnerim Kenja'yla benim masal birlikte yarattığımız yepyeni
bir masala dönüştü. Daha renkli, daha özgün, daha canlı..
Şehrin Ruhu
Program oldukça yoğun
geçmesine ve 3-4 saatlik uykularla dolanmamıza rağmen şehrin altını üstüne
getirmeyi, eğlenmeyi de ihmal etmedik tabi ki.
Rehberle birlikte şehir
turu, alternatif serbest zaman etkinlikleri, alışveriş, akşam turları, müzeler,
spontan geziler, kahve sohbetleri, birlikte söylenen şarkılar..
Bern'e gelmeden buraya
dair hayal ettiklerimi kaleme almıştım. (http://kulakverbana.blogspot.com.tr/p/ekip_88.html)
Beklentilerimin
ötesinde. Bern, çok gerçekçi ama bir o kadar da masalımsı bir şehir.
UNESCO tarafından
korumaya alınmış.
Etraf yemyeşil, hava mis
gibi.
Binalar eski
görünümlerini koruyor.
Sanata çok önem
veriliyor.
Burada her şey saat gibi
tıkır tıkır işliyor.
Kafeleri, restoranları,
sokak pazarları, ikinci el dükkanları, neredeyse her sokakta bulunan
çeşmeleriyle dikkat çekiyor.
Gece şehrin cadde ve sokaklarında
yürümek ayrı bir keyif.
Türkler de bir hayli
fazla,
Biz gelmeden buraya
ünümüz yayılmış.
Girdiğimiz çoğu mekanda
bizim projenin afişleri ve isimlerimiz yer alıyor.
Buraya gelip de Alp'leri
görmeden olur mu?
Alp'leri ve Bern'i
tepeden görebileceğimiz dağ yamacına çıkıyoruz bir teleferikle. Türkçe ve
Almanca şarkılar eşliğinde.
Müziklerin konuştuğu, dillerin bir öneminin
kalmadığı bir an daha.
Evvel Zaman
Sokağı
Provalarımız devam
ederken gösteri günü ışık hızıyla geldi.
Akşam ilk gösterimize
çıkmadan önce
Bern şehrinin tam
ortasında,
Bir pazar meydanında ilk
kez anlatacağız hikâyelerimizi.
Yahu İsviçre'nin
göbeğinde Türkçe hikâye anlatmak!
Haydiii bakalııımm!
Değişik bir kıpırtı var
herkeste.
Insanlar geliyor,
duruyor, izliyor, tebessüm ediyor, dinliyor, bazısı kalıyor, bazısı
geçiyor.
Kim bilir neler
düşünüyorlar?
Ben hikâyemi anlatırken
sokağın diğer köşesinden Japon kafilesi geleneksel ritm aletleriyle önümden
geçiyor.
Durup selamlamıyorum,
benim de o an Japon masalı anlattığımı bilmiyorlar tabi.
Gösteriye çıkan küçük
çocuklar gibiyim.
Ilk kez sahneye çıktığım
ilkokul zamanlarımı hatırlatıyor bana.
Gülümsüyor içim
Pamuk gibi
hafifim.
Prö mi yer ve
gösteriler
Geldiğimiz günden beri
prova ve çalışmalarımızı Bümplitz'de bulunan bir binada yapıyorduk. Ortaçağ'dan
kalma bu binanın çatı katı ilk gösterimizde de bizi ve seyircileri harika bir
misafirperverlikle ağırladı. Biz sahnede masallarımızı anlata duralım aralarda
Balkan Müzisyen Topluluğu Tayfa ortalığı şenlendirdi de şenlendirdi. Masallar,
hikayeler, müzik, dans, muhabbetler.. Gösteri güya bitti. Türk ve Balkan
müzikleri olur da biter mi? Onlarca farklı yerden gelen bir sürü insanla omuz
omuza halaylar mı çekmedik. Ankara, Roman, Karadeniz, oryantal oyunlar mı
oynamadık. Balkan abiler de ülke hasretiyle bizleri görünce duramadı tabi. Gece
yarısına kadar vur patlasın çal oynasın. Gecenin sonunda o tatlı yorgunluk ve
keyif... İşte nereden geldiğinin öneminin kalmadığı bir an daha.
Ilk gösterimizi fişek
gibi atlattık. Sonraki iki gece de gösterilerimiz devam etti. Ard arda sokak
gösterisiyle birlikte 4 kez seyirciyle buluşmuş olduk. Son gösterilerimizi
Bern'in sanat merkezi olan müzikal ve sahne gösterilerinin yapıldığı Kornhouse
adlı bir mekânda sahneledik. Seyircilerin ve burada yaşayan Türk teyzelerin
tatlı ilgisiyle karşılaştık. "Türkçe duymayı özlemişiz, ay iyi ki
geldiniz," dediler. Son gösteri gecemizde yine Balkan grupla tam bir Türk
gecesi yaptık.
Könülden
Günler günleri çok hızlı
kovaladı.
Veda günü geldi
çattı.
Güzel topluca bir
kahvaltının ardından
Hafif gözyaşlı ve
bulutlu.
Bir son gün
yaşandı.
Arkada bir aile
bırakmanın hüznü ve bu müthiş deneyimi yaşamanın tatlı bir mutluluğu.
Bu 10 gün farklı
katmanlarda yolculuk yaptıran büyüleyici bir deneyim oldu.
Dilimizi bilmeyen
insanların gözlerinin içine baka baka masallarımızı anlattık.
Dilini bilmediğimiz
insanlardan masallar dinledik.
İletişim her zaman dil
midir?
Her zaman aynı dili
konuşmak mıdır?
Nereden geldiğin çok mu
önemlidir?
Duyguların, sarılmanın,
bakışların, samimiyetin dilini keşfettik.
Aynı dili konuşamasak da
birbirimizi anlayabildik.
Ve bu masal da böyle
bitmedi tabi ki
Yalnızca İsviçre kısmı
bitti,
Bir sonraki durağa
kadar.
Hem ne demiş şair;
"Vedalar gözüyle
sevenler içindir.
Könülden sevenler
ayrılmaz."
Eda Bayraktar
Uçak yolculuğumuz daha sonraları ve pek sonraları da anlatacağımız, hatırlayıp da üzerine tekrar tekrar güleceğimiz bir atmosferle geçti diyebilirim. Pegasusun bir tutam gecikmesiyle gerilen yolculardan biri kabin görevlisiyle kavga etti, olay tam önümüzde gerçekleştiğinden şahit olmanın gerginliği ve garip coşkusundaydık ki yolcunun pek de kibar olmayan davranışlarından ötürü uçuşu iptal edildi. Bu sürede Ferhat ile yanımızda oturan Hasan Ağabey ile ahbaplığımızı ilerletiyorduk. Bununla eş zamanlı Ferhat'ın ilk uçuşunun korkulu heyecanı başladı, muhabbetler derinleşti, biralar söylendi ve Zürich'e doğru uzun bir yolculuk başladı. Tüm bu olanlardan 2,5 - 3 saat sonra Heidi'nin bahçesinde dolanır gibi dolandık durduk yeşil ve maviliklerin üzerinde iniş izni uzadıkça uzadı, zaman zaman indik ve tekrar yükseldik derken garip ve yorgun ruh haliyle havaalanına indik. Havaalanında tuvalete gidenler, sigara içenler ve diğerlerini bekleyenler arasında kısa bir kaybolma anısı da eklenince bizi karşılayan Cazım (ismi ben de anlamadım tabiki) ile otoparkta arabaya bindik. Okul servisi gibi dizildik arabaya, ee Avrupa havası kemerler takıldı hemen ve Bern'e doğru şirin bir yolculuktur başladı.
Bir yandan etraftaki yeşilliğin ve gökyüzündeki kıvrım kıvrım çin bulutlarının fotoğrafını yakalamaya çalışıyor ya da bir şeyler yazıyor ve yahut müzik dinliyorduk. Berfin'in yolculuğun teması olarak Azeri Reggy şarkısıyla coştuk. Şarkıda olduğu gibi burada da bizim gözümüzde "pammık gibi bulutlar" vardı. Aynı sokak üzerinde dolandık durduk nehir kenarında, hostele yakındık galiba ama onu bir türlü bulamadık. arabanın içinden bize hem bu kadar yabancı hem de ilk bakışta sıcak ve tanıdık gelen bu şehri gözlüyorduk ki Cansu tüm dikkatimi uzun soluklu bir kahkaya çevirdi: "Aaa aynı Denizli burası!"
Hostel bulundu, Bern koordinatörü Azad ile tanışıldı güzel bir sohbetin ardından akşam yemeğine gitmek için sözleşildi. bir kaç saat hemen keşif yapmak için attık kendimizi hostelin dışında. şimdiye kadar tek bildiğimiz hatta en bildiğimiz nehir yanına vardık. Durgun, yeşil bir o kadar soğuk olduğunu sandığımız nehrin kıyısı boyunca yürüdük. Sessizlik, sakinlik bir hırka gibi sardı hemen, nasıl da teslim ettik kendimizi bilemeden yürüyüp havasını soluduk bu yerin. Hava beklediğimizden sıcak buna seviniyoruz ama içten içe hazır gelmişken her mevsimi de yaşasak bir kar bastırsa diye de düşünmüyor değildim. Azad'la buluştuk burada, tanıdık bir Ermeni lokantasına gidiyoruz, tramvaya bindik, bir süre sonra sarı ve turuncu ışıklarının karanlık sokağa yansıdığı küçük bir lokantanın hemen önüne vardık. Üç dört masayı birleştirip başladık keyfe. Güzel yemeğin yanında güzelce bir İsviçre birası yorgunluğumuzu unutturup bizi neşelendirerek, gelecek günlere hazırlamaya başladı.
18 Ekim
Bugün daha hareketli, yeni insanlar, yeni yüzler ve hiç tanıdık olmayan konuşmalarla bir grup olduk, toplandık. Postdam, Bern, Berlin ve biz İstanbul katılımcıları büyük bir çemberde tanışmaya başladık. Bu kadar genç insan olur da gülmez miyiz, Ferhat'ın isim gafı ve daha nicelerine bol bol güldük. Suse'nin tecrübesini es geçmemek gerek daha ilk günden çok ince detaylarla bizi birbirimize yakınlaştıran programı öylesine güzel ki, daha fazla çalışma yapma isteği uyandırıyordu bende.
18 Ekim
Bugün daha hareketli, yeni insanlar, yeni yüzler ve hiç tanıdık olmayan konuşmalarla bir grup olduk, toplandık. Postdam, Bern, Berlin ve biz İstanbul katılımcıları büyük bir çemberde tanışmaya başladık. Bu kadar genç insan olur da gülmez miyiz, Ferhat'ın isim gafı ve daha nicelerine bol bol güldük. Suse'nin tecrübesini es geçmemek gerek daha ilk günden çok ince detaylarla bizi birbirimize yakınlaştıran programı öylesine güzel ki, daha fazla çalışma yapma isteği uyandırıyordu bende.
Bir soluk çalışmalar ve yemeğin ardından Postdam ve Bern gruplarının masallarının ön gösterimi başladı. Bu durumda dilin önemi ve ya anlama ve çözümlemede dil gibi bir bileşenimiz olmadığından bu konuya hiç değinmeyeceğim. Seyredilen şeyin kendisi duyulandan öte bir başka anlam kazanıyor zihnimizde. Bu arada oldukça farklı bir deneyim olduğunu belirtmeliyim bu izlemede. Çünkü izlediğimiz, dinlediğimiz performanslar oldukça farklıydı. Bern grubu tamamiyle tiyatral bir izlek üzerine kurmuş masallarını. Üç dört farklı masal anlattılar, genelde bir kişi masalın ana hatlarını dillendirirken diğer kişiler canlandırma rolünü üstlenmişler. Bunun hikaye anlatıcılığıyla doğrudan bir bağlantısı olup olmadığı tartışmalı bir konu, ancak seyir olarak da çok başarılı değildi.
Postdam grubunun performansı, bir hayli keyifliydi. Yan yana beş anlatıcı birbirlerinin sözlerini zaman zaman keserek zaman zaman güzel bir bağlantıyla bölerek sürekli bir devamı oluşturacak şekilde anlattılar masallarını. Hatta bir masalın içine bir başka masalları da ekleyerek sonucunda kademeli ve eğlenceli bir anlatım olmuş.
Tabi ki bunlar ilk izlenim ve biraz üstün körü değerlendirmeler. Şu var ki izledikçe bir başka heyecan sarmaya başladı. Çoğu zaman, o anlatım kültürü ve gelenek farkları öylesine başka haller alıyordu ki estetik kültür canlı kanlı bir varlık gibi duruyordu önümüzde. Şöyle söylemeli, elbette estetik kültürler, gelenekler farklı ve algılar bambaşka ama biri, bir şey anlattığı anda güzel bir birliktelik başlıyor. Ve açık olarak işin sırrı çok ve daha çok çalışmak olduğu beliriyor.
Uğur Açıkgöz
17 Ekim
4
farklı şehir (Bern, Potsdam, Berlin, İstanbul) ve 3 farklı ülkeden (İsviçre,
Almanya, Türkiye) gelen, 7 farklı dil (Almanca, İsviçre Almancası, Türkçe,
İngilizce, Fransızca, Boşnakça, İspanyolca) konuşan 25 genç biraraya gelince
ortalığın karışmasından, yanlış anlaşılmaların, absürd diyalogların ortaya
çıkmasından daha doğal ne olabilirdi? Mesela Azad grubun toplamda kaç kişi
olduğunu öğrenmek için say baştan yapmayı önerdiğinde, ben henüz sayım
yapacağımızı türkçeye tercüme edemeden İsviçreli gençler başladılar saymaya
Tanışma
faslından sonra her şehirdeki ekibin sunumlarını izleme vakti geldi. Bugün
sunacak olan Potsdam ve Bern ekipleri öncesinde prova almak istediler. Biz de
onlar rahat rahat çalışsınlar diye çalışma mekânını onlara bıraktık ve parkın
yolunu tuttuk. Bizim gençlerin sunumu yarın olmasına rağmen, onlar bugünden
prova yapmak istediler. Herkes parkın bir köşesinde çalışmaya başladı. Parkın
hemen yanındaki çimenlik alanda kara koyunlar otluyordu. Güneş göz alıyordu, ama iç
ısıtıyordu. Banka oturup etrafı seyre daldım. Bir an kendimi bir masalın içinde
sandım. Buraya masal anlatmaya gelmiştik ve daha ilk günden kendimiz masal olup
çıkmıştık sanki. Uğur, Leyla ile Mecnun'un hikayesini kara koyunlardan birinin
kulağına fısıldıyordu. Berfin Ferhat'a horoz hareketleri gösteriyordu. Nazlı
Berfin'e ''O senin horozun.'' diyordu ve Ferhat'a kendi horozunun nasıl
olduğunu bulması gerektiğini söylüyordu. Ferhat kendi horozunu ararken herkesi
gülüp geçiriyordu. Sonra Gamze, Cansu ve ben, Pıspısıla hanımın cilvesine cilve
katabilmek için parkın ortasında göbek atmaya başladık. Bankta oturan bir teyze
el çırparak bize tempo tuttu. Gamze ve Cansu anlatırken sürekli bebekler ve
yaşlılar geçiyordu önlerinden, hepsi kendi yürüteçleriyle. Her seferinde insan
çocukken ve yaşlıyken daha fazla bacağa ihtiyaç duyuyor diye geçiriyordum
aklımdan. Cansu Şahmeran'ın hazin sonunu anlatırken, ışınlarını gözümün içine
gönderen güneşe bakmaya çalıştım, bakamayacağımı bile bile bakışlarımı çevirdim
ona. Belki bir mucize olurdu ve güneşi görebilirdim. Mucize olmadı ama ihtimali
bile güzeldi.
Bugün
ısınma çalışmalarından sonra Suse ekibin dörderli gruplara ayrılmasını istedi
ve her gruba farklı bir hayvanın ya da bitkinin origamiyle nasıl yapıldığını
anlatan kağıtlar dağıttı. Düz kare kraft kağıtları kısa sürede renkli
balıklara, uzun boyunlu kuşlara, şaşkın bakışlı kurbağalara ya da gemi yiyen
çiçeklere dönüştü. Her grup ortaya çıkan hayvan ve bitkilerle ilgili bir hikâye
uydurdu ve onu bizlerle paylaştı. Ben en çok balık Pinky'nin hikâyesini
beğendim. Pembe pulcuğu nedeniyle balık topluluğundan dışlanan balık Pinky'nin
pulcuğundan yansıyan güneş ışınları köpek balıklarının gözünü alıyor ve onları
kaçırıyor. Böylelikle balık Pinky köpekbalıklarına yem olmaktan kurtuluyor,
hatta başka diğer balıkları da kurtarıyor. Balıklar, kahraman balık Pinky'yi
dışlamaktan vazgeçiyorlar, ve ona saygı duymaya başlıyorlar.
Enfes
hikayeler çıktı ortaya. Anlatmak isteyenler coşkuyla anlattılar, biz de keyifle
dinledik. Daha sonra İstanbul ve Berlin ekipleri Bern'e gelmeden önce hazırladıkları
hikâyeleri sundular. Berlin grubu biyografik hikâyeler çalışmış. Çok samimi ve eğlenceliydiler. Onlar anlatırken, hikâyeler
üzerinden yeniden tanıştık gibi hissettim.
21 Ekim
Bu
sabah kahvaltı saatini kaçırdığım için yollara düştüm, kahve içecek bir yerler
aradım. Aaar nehrinin kıyısında kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra ''7 Sachen'' adlı bir kafeye denk geldim. ''7 Sachen''; ''7 eşya'' demek. Alman kültüründe bu
terim, zor durumda yanına alacağın ilk yedi eşya anlamına geliyormuş. Burası hem
kafe hem de antik eşyaların satıldığı bir dükkan. Adıyla tezat, acil
ihtiyaçları karşılayacak bir yer olmaktan uzak, bir mekân burası. Ama şık
dekorasyonu, lezzetli kahvesi ve bana çocukluğumu hatırlatan kayısılı
turtasıyla hoş vakit geçirilen bir yer. Bir yandan kahvemi yudumluyorum, bir
yandan da bu satırları yazıyorum. Değmeyin keyfime...
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Dilini bilmediğin biriyle anlaşmak mı?
Bu sorunun tedirginliği ile yola çıktığımızda neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Tedirgindik belki ama en çok heyecanlı…
Sorumuzun cevabı buluverdi bizi:
Evet anlaşabiliyoruz.
Dilini bilmesen bile anlıyorsun.
Mesela bir yerden sonra: " Of Almanca'm yok! Delireceğim, anlatamıyorum. Bana kağıt kalem verin çizeceğim " deyip
Bir yandan da şekilden şekilde girip anlaşmaya çalışmak sınırları kaldırabiliyor evet.
Ya da hasta olduğunda " Bugün iyi misin?" diye sorulan Fransızca bir soruyu anlamadığın için birkaç saat sonra, Türkçe'sini öğrenip " Bugün nasılsın?" diyebiliyorsa biri ne önemi var diyorsun sınırların?
İnsanı anlamaya çalışmak ne değerli bir şey.
Ve anlamasan da hissetmek! Ne güzel...
Gamze Çevik
17 Ekim
Karlı dağları, lezzetli inekleri ve devasa çikolatalarıyla
ünlü İsviçre'ye, yani bizim ekibin tabiriyle Heidi'nin memleketine, vardık.
Hayalimdeki gibi süt kokmuyor burası, hatta hayalimdekinden daha az yeşil ve
daha sıcak. Biz Heidi'nin memleketi soğuk olur düşüncesiyle bavullara
kışlıkları doldurup geldik, ama bizi pastırma yazı kıvamında bir hava
karşıladı. Güneş sağ olsun, tüm gün boyunca sıcaklığını bizden esirgemedi.
Sıcaklığını esirgemeyen sadece güneş değil; bizi Zürih hava alanında karşılayan
ve Bern'e getiren Çazım (acaba bu isim nasıl yazılıyor?), rahat edelim diye
elinden geleni ardına koymayan Bern'deki ev sahibimiz Azad, bizi Türkçe
''Hoş geldiniz'' kartı ve epey büyük bir torba dolusu İsviçre çikolatasıyla
karşılayan Natasha, bize evine misafirliğe gitmişiz gibi davranan Ermeni
lokantası sahibi Mizirabi... Hepsi bizi sıcacık karşıladılar, güneş gibi
içimizi ısıttılar. Sağ olsunlar.
Kaldığımız hostel nehrin kenarında, yeşil, kırmızı ve
sarının her tonundan yaprakları olan ağaçların arasında bir yerde. Bern şehir
merkezine (Altstadt) 10 dakika yürüme mesafesinde. Altstadt, dünya koruma
varlıkları kapsamında UNESCO tarafından korunuyormuş çünkü tüm Avrupa'da
birinci ve ikinci dünya savaşları esnasında hasar görmeyen nadir şehirlerindenmiş
Bern. Dört bir yanının Alplerle kaplı olması ve devlet erkanının siyasi
manevraları İsviçre'yi savaşın yıkıcılığından korumuş. Henüz Altstadt'ı gündüz
gözüyle gezemedim, zira İstanbul'dan beri üzerimde ''grip oldum olacağım''
halleri var. Aslında şehrin içindeki binalardan ziyade dağların havası,
manzarası heyecanlandırıyor beni. Şehrin havası bile bu denli ferahlatıcıyken,
dağların havası nasıldır kim bilir... O yüzden salı günü -hava güzel olduğu
takdirde- yapacağımız dağ gezintisini sabırsızlıkla bekliyorum. Dua edelim de
hava güzel olsun!
18 Ekim
Bugün ilk buluşma günüydü. Tanışma, kaynaşma günüydü.
Sözlerden, kelimelerden ziyade seslerle, mimiklerle, el kol hareketleriyle
anlaşıldı. İsimler havada uçuştu. İsimlerin nasıl yazıldığı önemli değildi,
esas olan nasıl söylendiğiydi. Herkes daha fazla kişinin ismini doğru
söyleyebilmek için birbiriyle yarıştı. İsimlerin unutulduğu anları da
gülümsemeler, göz selamları ya da mahçup bakışlar tamamladı. Şu gibi
diyaloglara da tanık olduk:
-
Senin ismin neydi?
-
Uğur.
-
Aaa, Uhr saat demek bizde. Peki senin ismin
neydi?
-
Ferhat.
-
Fahrrad da bisiklet demek.
Eins (Bir)
Zwei (İki)
Drei (Üç)
Ferhat
Herkes kahkahalara boğulduğu için saymaya devam edilemedi.
Ferhat bunun üzerine mahçup mahçup gülümseyerek şöyle dedi: ''Ben de diyorum,
herkesin ismi ne kadar birbirine benziyor.''
Bu, bir arada düşünülmesi imkansız gibi görünen insan
kombinasyonu, Suse'nin yaptırdığı tanışma oyunları sayesinde kısa sürede
kaynaştı. Ortamın samimiyeti, Suse'nin becerisi ve hikâyelerin gücü birleşince,
25 genç birkaç saat içinde birbirleriyle şaşırtıcı düzeyde iyi ve etkin
iletişim kurabilen bir topluluğa dönüşüverdi. Elbette ki, gün boyunca az önce
anlattığım türden yanlış anlaşmalara, absürd diyaloglara yenileri eklendi. Her
biri neşemize neşe katarak hafızalarımızdaki yerini aldı.
Prova saatinden sonra sunumları izledik. Ve çalışmayı bir
kızılderili şarkısını söyleyerek bitirdik:
Evening rises, spirit
comes (Akşam yükseliyor, ruhlar yaklaşıyor.)
Sun goes down and the day
is done (Güneş batıyor, gün bitiyor.)
Mother earth awaken me
(Toprak ana beni,)
With the heart beat of
the sea (denizin kalp atışlarıyla
uyandırıyor.)
Günün ahengine uyan masal gibi bir bitiriş oldu.
19 Ekim
Günün konusu: Biyografik hikayeler
Günün şarkısı: ''Bir mumdur, iki mumdur...''
Günün sürprizi: Origami
Origaminin yarattığı coşku, biyografik hikâyelerle farklı
bir tada dönüştü. Her hikâye türü gönlümde rengârenk izler bırakıyor ama
biyografik hikâyelerin bende bıraktığı izler daha derin, daha kalıcı ve daha
şifalandırıcı. Biyografik hikâye anlatan kişi, hikâyeyi yaşadığı için hikâyeyle
daha derin bir bağ kurabiliyor bence. Ve ben bu bağın gücünü duyumsamayı
seviyorum. Anlatanın yaşamında bir yolculuğa çıkmak, onunla empati kurmak, onun
açtığı gönül kapısından içeri süzülmek, ve kendi gönül kapımı açarak
anlatılanların geçmişimdeki anları, duyguları, tavırları tetiklemesine izin
vermek, su yüzüne çıkan kendi hikâyelerime cesurca bakabilmek... Tüm bunlar,
hem anlatanla hem kendimle daha köklü bir ilişki kurmama vesile oluyor. O
nedenle biyografik hikâyelerle hemhal olunca, anlatılamaz derecede güçlü bir iç
erincine kavuşuyorum (bu bölümü Uğur'a ithaf ediyorum :) ).
Bugün de o günlerden biri oldu, yani o tarifsiz iç erinçli
günlerden biri. Öğlen yemeğinden sonra Suse elinde kraft kağıdından kocaman
kağıt bir kâse ve içinde küçük beyaz kağıt parçalarıyla etrafta dolaşmaya
başladı. Herkesden kâseden bir kağıt çekmesini ve kağıtta yazan sorunun
anımsattığı bir hikâyeyi anlatmasını istedi. Yaşanmış bir hikâye olmalıydı bu.
Kağıtlardaki sorular şöyleydi:
-
Başına doğa üstü bir olay geldi mi?
-
Çocuklukta zor durumda kaldığın bir an oldu mu?
-
Hayatında daha önce hiç görmediğin tuhaf bir
hayvanla karşılaştın mı?
-
Kaybolma ve bulunma hikayen var mı?
İstanbul ekibi, yani bizim ekiptekiler ise masallarını ilk
defa onların dilini anlamayan bir seyirci topluluğuyla paylaştı. Çoğu,
anlaşılamayacakları endişesine kapılıp daha grotesk bir anlatımı tercih etti.
Kimi beden dilinin sınırlarını zorladı, kimi anlatımın içine İngilizce, Almanca
kelimeler serpiştirdi. En nihayetinde hepsi kendilerini anlaşılır kılmayı
becerdi.
Uzun bir günün sonunda duygularım karmakarışık. En yoğun
hissettiğim duygular ise; gurur, huzur ve mutluluk.
20 Ekim
Bugün güne şehir turuyla başladık. ''Leih mir dein Ohr''
projesi Berlin ve Bern'deki gençlik sosyal merkezleri tarafından destekleniyor
ve yürütülüyor. Belli ki, şehir turunu da sosyal hizmetlerle uğraşan birileri
organize etmiş. Saraylar ve tarihi binalar yerine evsizlerin barınaklarını,
uyuşturucu bağımlılarının rehabilite merkezlerini ve politik gençlik
hareketlerinin işgal ettiği binaları gezdik. İlginç bir deneyimdi.
Akşam üstü prova mekanında buluştuk. İkili eşler önce
birbirine masaj yaptı, sonra da müzik eşliğinde birbirlerini heykel gibi
şekillendirdiler. Çiftler müziğe kendini bıraktığında ''heykel'' çalışması,
izlemesi keyif veren bir dansa dönüştü. Masaj ve dans gençleri rahatlattı ve
dinçleştirdi. Daha sonra Suse, tüm gençlerin sahnenin arka planında belirli bir
tema bağlamında bir fotoğraf karesi oluşturmalarını istedi. Komik ve eğlenceli
fotoğraflar oluşturuldu. Sanırım Suse bu fotoğrafları gösteride kullanacak.
Bugün gösteriye yönelik çalışmalara yoğunlaşıldı. İstanbul
ekibinin hikâyelerinin seyirci tarafından daha rahat anlaşılabilmesi için diğer
şehirlerden gençlerin anlatıma dahil olmasına ve hikâyenin bir bölümünün
Almanca anlatmasına karar verildi. Birbiriyle çalışmak isteyenler eşleşti ve
gruplar anlatımı iki dilli, hatta bazı hikâyeleri
üç dilli kurgulamak üzere çalışmaya başladı. Üç dilli diyorum, zira
İsviçre Almancası Almanya Almanca'sından çok farklı. Ayrı bir dil gibi.
Heyecanla beklediğim dağ gezintisi hava muhalefeti
nedeniyle maalesef kısa bir ''orman
havası alma'' etkinliğine dönüştü. Sırt çantalarımız ve yürüyüş ayakkabılarımız
eşliğinde sabah erkenden yola çıkıp dağ yollarını tırmanacağımızı hayal
ederken, teleferikle bir dağ yamacına çıkıp manzaranın tadını çıkarmakla
yetindik. Zira program çok yoğun ve günlerin yorgunluğu yavaş yavaş birikmeye
başladı. O nedenle boş zaman aktivitelerini mümkün olduğunca kısa tutma kararı
alındı.
Bugünün en zevkli anları; yol boyunca hep beraber şarkı
söylediğimiz anlardı. Suse'nin öğrettiği ''Amaii huuu woo iyeyiii'' ve
''Evening comes...'' şarkıları ve benim öğrettiğim ''Bir mumdur, iki mumdur''
dillerden düşmedi. Ortak repertuara bugün başka şarkılar da eklendi. Benim en
sevdiğim Almanların ortaçağda hasat zamanı söyledikleri bir şarkı:
Heyo spann den Wagen an! (Hey, arabayı yola koy!)
Sieh der Wind treibt Regen übers Land (Bak, rüzgar yağmuru
toprağın üzerine çekiyor.)
Hol die goldenen Gaben (Topla tüm altın gibi değerli
hasatları!)
Hol die goldenen Gaben (Topla tüm altın gibi değerli
hasatları!)
Dilini, kültürünü bilmediğin insanlarlar dolaysız iletişim
kurmanın en güzel yolu; hep beraber şarkı söylemek ve müzik yapmak.
22 Ekim
Gençler arasındaki iletişimin seviyesi her geçen gün daha da
artıyor. Türkiye'den gelenler ortalığa Almanca cümleler fırlatıyor. Almanyalı
ve İsviçreli gençler de Türkçe öğrenmeye çalışıyorlar. Zamanla tercümeye daha
az ihtiyaç duyulduğunu hissediyorum. Aynı dili konuşmasalar da sanki herkes
rahatlıkla anlaşıyor. İletişimin dile ihtiyaç duymadığı anlara tanık olmak çok
keyifli.
Türkçe hikâyeler iki ya da üç dilli anlatımlarla
zenginleşti; yeni anlatıcılar ve yeni diller eklenince hikâyenin aurası
genişledi. Her ekip farklı bir formu deniyor. Mesela Flo, Ferhat'ın hikâyesini
anlatan bir rap şarkı besteledi, gösteride hikâye başlangıcında bestelediği
şarkıyı söyleyecek. Anna ve Kenya, Eda'nın hikayesini aralarda sorular sorarak
destekliyorlar. Cansu ve Jorinde, Camsap'la Şahmeran'ın hikâyesini epik bir
formda dilleri iç içe geçirerek anlatıyorlar. Jonny, Berfin'in hikâyesine görsel
imajlarla katkıda bulunuyor. Gamze ile Lea ise birlikte kâh şarkı söylüyorlar,
kâh dans ediyorlar, kâh Pısıpısa Hanım'ın nazını, cilvesini canlandırıyorlar.
Natasha ve Luise ise Leylâ'yla Mecnûn'un hikâyesini anlatmayı seçerek zor bir
işe girişen Uğur'un arkasında iki sağlam kaya gibi duruyorlar. Uğur'un mekânda
yayılan Türkçe sözleri onlara çarpıyor ve Almanca kelimeler ve cümlelerle
seyirciye ulaşıyor.
24 Ekim
Dün yazamadım. Günler hızlı ilerlemeye başladı. Birkaç
gündür geceleri geç yatıp sabahları da geç kalkıyorum. Nazlı'yla lisede yatılı
okulda kalan genç kızlar gibiyiz, karşılıklı ranzalardan yaptığımız gece
sohbetleri bitmek bilmiyor. Bu sohbetler benim için günün en kikirdek, en
keyifli ve eğlenceli anları. Neyse ki, odada bizden başka kimse kalmıyor ve
eğlencemiz başkalarına eziyet olmuyor.
Size dün akşamki ilk gösterimizi anlatmak istiyorum. Dünkü
gösteri, yaklaşık dört beş saat süren görkemli bir kutlamaya dönüştü.
Ortaçağdan kalma bir binanın çatı katında, geldiğimiz günden beri bizi
ağırlayan devasa prova mekânı Bern seyircisinin teveccühüyle doldu, taştı.
Boşken insana hüzün veren bu mekân; masalların, hikâyelerin, müzik ve dansın
büyüsüyle bir şenlik alanına evrildi. Gençler hikâyelerini üç bölümde
anlattılar, aralarda Balkan ezgileri çalan grup ''Tayfa'' ortamı şenlendirdi.
İçki ve atıştırmalıklar eşliğinde hikâyeler, müzik, dans, sohbet ve muhabbet
birbirine karıştı. Hikâyeler bitti, müzik ve dans bitmedi. Gece, Potsdamlı ve
Bernli gençler oriyantal dansın kıvraklığını özümseyene kadar devam etti.
Türkiye'de böyle gece boyu süren içkili kutlamalar sonunda
işkembeciye gidilir, İsviçre'de ise şenlik peynir fondüsüne ekmek bandırılarak
sona erdi.
26 Ekim
Ve dönüş vakti geldi, çattı. Üç gün üç gece, şenlik tadında
süren gösterimler dün akşam masalcılara yakışır bir sonla kutsandı. Hediyeler
ve teşekkürler yürekleri şenlendirdi. Grup Tayfa yine bizimleydi, müzik ve dans
gene bitmek bilmedi. Bu sefer mekân daha küçüktü, daha sıcaktı, ama şehrin kalbindeydi.
Böylece gençler partiye devam etmek için kolaylıkla başka mekânlara kaçabildi.
Biz ''yetişkinler'' ise daha sakin bir sohbetin yolunu tuttuk.
Üç gece boyunca gençlerin coşkusu, seyircilerin yoğun ilgisi
ve organizasyon ekibinin misafirperverlikliği hiç eksilmedi, aksine çoğaldıkça
çoğaldı. Böyle güzel bir deneyimin parçası olabildiğim için kendimi çok şanslı
hissediyorum. Herkese ne kadar teşekkür etsem az, ama en kocaman teşekkür
Nazlı'ya gidiyor; iyi ki varsın Nazlı! İyi ki karşılaştık!
Senem Donatan
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Dilini bilmediğin biriyle anlaşmak mı?
Bu sorunun tedirginliği ile yola çıktığımızda neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Tedirgindik belki ama en çok heyecanlı…
Sorumuzun cevabı buluverdi bizi:
Evet anlaşabiliyoruz.
Dilini bilmesen bile anlıyorsun.
Mesela bir yerden sonra: " Of Almanca'm yok! Delireceğim, anlatamıyorum. Bana kağıt kalem verin çizeceğim " deyip
Bir yandan da şekilden şekilde girip anlaşmaya çalışmak sınırları kaldırabiliyor evet.
Ya da hasta olduğunda " Bugün iyi misin?" diye sorulan Fransızca bir soruyu anlamadığın için birkaç saat sonra, Türkçe'sini öğrenip " Bugün nasılsın?" diyebiliyorsa biri ne önemi var diyorsun sınırların?
İnsanı anlamaya çalışmak ne değerli bir şey.
Ve anlamasan da hissetmek! Ne güzel...
Gamze Çevik
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil